Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.

Türkiye'nin Ebu Gureyb'i: Diyarbakır Askeri Cezaevi

Aşağa gitmek

Türkiye'nin Ebu Gureyb'i: Diyarbakır Askeri Cezaevi Empty Türkiye'nin Ebu Gureyb'i: Diyarbakır Askeri Cezaevi

Mesaj  DeNGoK Cuma Nis. 11, 2008 7:01 pm

Türkiye'nin Ebu Gureyb'i: Diyarbakır Askeri Cezaevi Hands

Türkiye'nin Ebu Gureyb'i: Diyarbakır Askeri Cezaevi

12 Eylül kuşkusuz Türkiye'de karanlık bir dönemin sembolü olarak bilinir. Yaşattıklarıyla, binlerce insanın yaşadıklarıyla, özgürlüklerin her alanda sınırlandırılmasıyla bir neslin zihinlerinde yer ettiği gibi pekçok probleminde kaynağını teşkil etmiştir bu dönem...


Küresel güç odaklarıyla bağlantılı ülke egemenlerinin ürettikleri korku politikasının bir sonucudur 12 Eylül. "Madem bir özgürlük beraberinde bazı sıkıntılara neden olacak o halde o özgürlük olarak nitelenmemeli, izin verilmemelidir" anlayışı bu dönemde zirve yapmıştır.

Ancak 12 Eylül'ü sadece baskı ve yasaklarla anmak yeterli olmayacaktır. 12 Eylül Anadolu'da, özellikle G. Doğu Anadolu'da milliyetçi söylemleri güçlendirmiş ve bugün dahi hissedilen ulusalcı histerilere zemin hazırlamıştır.

Neler yaşanmıştı o dönemde? Elbette bu soru çok uzun bir cevabı var. Fişlenmeler, özel hapishaneler, işkenceler, sistematik biçimde yıldırma politikasına maruz kalmış büyük halk kitleleri ve apolitize edilmeye çalışılan bir nesil için herşeye 'yasak' diyen sistem vs. vs. Ancak bir yer var ki adeta 12 Eylül somutlaşıp ete kemiğe bürünmüş, bütün zalimliği ve olanca acımasızlığıyla kendini hissettirmiş.

Sözünü ettiğimiz yer Diyarbakır Askeri Cezaevi. Orada kalanların tanımıyla Diyarbakır Zindanı. 1981'den ana tahliyelerinin yapıldığı 1984 yılına kadar bir insan öğütme / şahsiyet tüketme yeri olarak faaliyet göstermiş zulüm fabrikasıdır bu mekan. Bu süreçte resmi kayıtlarında 34 kişinin ölümüne neden olmuş en az 20 kişinin ciddi biçimde sakatlandığı bir yerdir.

Bu zindan Türkiye tarihinde öylesine önemli bir yere sahiptir ki, yakın dönem tarihini inceleyen pek çok tarihçinin üzerinde ittifak ettiği gibi kürtlerin gerilla eylemlerine bir anda ivme kazandıran önemli bir etkendir. İlginçtir ki PKK'nın ilk ciddi eylemleri de Diyarbakır Zindanından ana tahliyelerin olduğu 1984 yılına denk gelmiştir.

Yalnız yanlış anlaşılmasın, PKK ve benzeri örgütlerin sorumlusu bu zindandır demiyorum. Böyle söylemek fotoğrafın bütününü gözden kaçırmak daha büyük suçluları kayırmak anlamına gelir. Problem "bozuk düzen"dedir. Ve Pir Sultan Abdal'ın dediği gibi "bozuk düzende sağlam çark olmaz". Sistemin kendisi adalet temelinden yoksunsa onun kurumları da bu çarpıklıktan nasibini alacak, zalimleşecek, zulumatı zaman zaman bir yöntem olarak benimseyecektir. İşte 12 Eylül'de Diyarbakır Zindanı bu anlayışın doruk noktasıdır. Milliyetçi söylemin eylemlerini nerelere vardırabileceğinin görünen kanıtı gibidir.

Bütün bunları ilk duyduğumda ve henüz konuyu tam araştırmaya başlamadığımda aklımda beliren en korkunç sahne fiziksel işkence ile ilgiliydi. "Ne olabilir ki" diyordum. Sonuçta müslümandık, bu toprakların insanlarıydık, zalimleşsek bile bununda ölçüsü olur diye düşünüyordum. Hem nazik bir dönemdi, darbe yapılmış, tüm ülke -darbe yapan ve ona maruz kalanlar- büyük bir baskı altındaydı. Diyarbakır Askeri Cezaevi'de bu baskıyı üzerinde hissediyordur muhakkak diyordum. Sistemi tağut olarak nitelesem de o cezaevinde görev yapan sıradan askerlerin ahlak ve mantık melekelerinin dumura uğramadığını düşünüyordum. İslam, bu topraklarda onu tam olarak özümseyememiş "cahil" kitlelere bile bir erdem yüklerdi çünkü. Bu erdem, zalimleşen cahili bile bir sınırda tutundururdu.

Ama okudukça, tanıkları dinledikçe zihnimdeki herşey allak bullak oldu. Şimdi bana Diyarbakır askeri cezaevini tarif et deseniz, şöyle özetlerim: "ebu gureybi düşünün. şimdi oradaki bütün işkencelerin en korkunç biçimde birkaç kat artırıldığını ve sürekli hale getirildiğini düşünün, 24 saat yani. İşte Diyarbakır askeri cezaevi böyle bir yerdi muhtemelen."

Yaşadığı toplumun makulluğünü ve insani erdemlerini az çok bilen herkes burada olanlara inanamayacaktır. Nitekim 1987 yılında Aziz Nesin Diyarbakır askeri cezaevi ile duyduklarına inanamadığı için zindanda 2 sene kalmış Nuri Sınır'ında olduğu bir grupla konuşmaya karar verir. Eski mahkumlar başlarından geçen 28 olayı bir bir anlatırlar Aziz Nesin'e. Ama Aziz Nesin inanamaz: "Yahu çocuklar, kendi hayal dünyamı çok geniş biliyordum. Ama Kürtlerinki daha çok genişmiş." diye şaşkınlığını belirtir.

Neler Yaşanmıştı?
(Bu bölümde bazı ifadelere olduğu gibi / sansürsüz yer vermek durumunda kaldığım için okuyuculardan şimdiden özür diliyorum.)

"Banyolu mu TV'li mi?" bu soru cezaevi'ne gelmiş mahkumlara sorulan ilk soru oluyordu genellikle. Haluk Yıldızhan (Diyarbakır doğumlu) bu sorunun ne demek olduğunu şöyle anlatıyor: "Gözaltından gelenleri genel olarak sinema salonuna değil de, o zaman 37 olarak adlandırılan, daha sonra 36 adını alan hücrelere götürürlerdi. Burada, "Banyolu mu televizyonlu koğuş mu istersin?" diye sorup, cevap ne olursa olsun her iki durumda da alt katlardaki tuvaletleri tıkanmış ve pislik içindeki lağım sularının ve insan dışkılarının yüzdüğü bir yerde süründürülür, günlerce işkence ve kaba dayakla hoş geldin safhasında yıldırdıktan, tamamen teslim aldıklarına inandıktan sonra koğuşa gönderirlerdi."

Yoruluncaya dek dayak atmak Diyarbakır zindanının belki de en hafif işkencelerinden biriydi. Dönemin tanıklarından Osman Karavil (Diyarbakır doğumlu) şöyle anlatıyor: "Koridorda sıra dayağından geçirildikten sonra hücrelere dağıtıldık. Tek kişilik bu yere yedi kişi sığdırıldık. Askerler göründü, 'Ellerinizi uzatın' dediler. Hücrenin, kapı ve penceresinden ellerimizi uzattık. Yoruluncaya kadar dövüp gittiler. Bu dayaklar, tahminen her yarım saatte bir tekrarlandı. Sonra hücre dayağı düzenine geçildi. Günde üç fasıl, sabah, öğlen, akşam..." Bir başka tutuklu Nazif Kaleli (Şanlıurfa doğumlu): "Üzerinde 40 çivi olan bir sopa vardı, onunla vuruyorlardı. Bir tane 'kuzu' dedikleri sopa vardı, bir de 'koç'. Biz her zaman copu tercih ediyorduk. Cop korkunç acıtıyordu, ödem oluşturuyordu, ama daha sonra geçiyordu. Ancak sopalar kemikleri eziyordu. "

Zindanda tutukluların şahsiyetlerini yaralayacak cinsel içerikli şiddette sıkça kullanılıyordu. 16 yaşında tutuklanan K.Y. "Bana cop sokmaya çalıştılar, çok direndim, kafamı duvarlara vurdum, kendime büyük zarar vereceğimi gördüler, benden vazgeçtiler. Ama arkadaşlarımdan yaklaşık 200-250 insana cop soktular. Aslen Ermeni olan Garabet Demircioğlu arkadaşımız vardı. Maşallahlı sünnet elbisesi giydirerek, törenle sünnet ettirdiler, ismini de Ahmet olarak değiştirdiler." diyerek yaşadıklarını anlatıyor.

"Ağzına işeyeceksin!"
Cevdet Baran (Diyarbakır doğumlu): "Bişar Akbaş adında bir arkadaş vardı. Gardiyanların emrine karşı çıkıyordu, yürümüyordu, hem rahatsızdı hem de inat ediyordu. Bir gün gardiyan kolumdan tuttu ve "Çık" dedi. Bişar'ın yanına götürdüler. Onu karın içine yatırmışlardı ve bana dediler ki, "Ağzına işeyeceksin."
"Yapmıyorum" demedim. "Gelmiyor komutanım" dedim. Beni dövmeye başladı. Epey dövdü, karın içinde sürdürdü, tabanlarıma vurmaya başladı. Ne yaptıysa "Gelmiyor" dedim. Sonunda beni de Bişar'ın yanına yatırdı."

Kelime başı 150 sopa
Hasan Daş (Mardin doğumlu): "Hücreler kötü, koğuşa gitsem rahat ederim, diye düşünüyordum ki, 6'ncı Koğuş'a götürdüler. Gardiyan geldi, 'Yeni gelenler öne çıksın' dedi. Elinde bir değnek, değneğin adı Haydar.
Bana, 'Kaç gün hücrede kaldın' dedi. 'Bir ay' dedim. 'Atatürk'ün gençliğe hitabesini ve andımızı da mı ezberleyemedin?' 'Hayır, okumam-yazmam yok komutanım' dedim. Haydarla bayıltıncaya kadar dövdü. 53 tane marş ezberledim. Her bir kelimesi için yüz ellinin üzerinde cop yedim desem, asla mübalağa olmaz. "

Copu dişlettiler
Mehmet Ece (Van doğumlu): "Bir gün gardiyan çağırıp dövdükten sonra ağzıma cop sokup "Dişle" dedi. Copu dişlediğimde hızla çekti ve önden iki dişim kırıldı. Kırılan dişlerimin kökleri kaldı. Bir hafta sonra yüzüm, gözüm balon gibi şişti. Aynı gardiyan, "Niye yüzün şiş" diye soruyordu.
"Ranzadan düşerken dişlerim kırıldı komutanım" diyordum."

'Ranzadan düştüm'
Mehmet Emin Kardeş (Mardin doğumlu): "Dövüyorlar, muhakkak dövdüğü kişinin bir tarafını da kırıyorlardı. "Ne oldu sana" diyorlar, "Ranzadan düştüm komutanım" diyorduk. Herkese avuç avuç bok yediriyorlardı, bu çok sıradandı. 23'üncü Koğuş'ta Y.A. adında bir arkadaşımız vardı. Herkesin gözü önünde ona cop soktular. Cop sokma, bok yedirme çok adettendi"

Köpeğe tekmil
Paşa Akdoğan (Diyarbakır doğumlu): Tıraş kremini, kalın çizgiler şeklinde yüzümüze sürdüler, sonra upuzun ince bir ip getirerek, "Tren yapacağız" dediler.
Herkesin cinsel organına ip bağladıktan sonra "Koş" dediler. Koşuyoruz ama en ufak bir şekilde geride kalmak herkesi gerdiriyordu ve aynı zamanda hep birlikte oturup hep birlikte kalkmak zorundaydık. Bir süre o şekilde koşturup yat-kalk yaptırdılar. Sonra alt hücrelere indirdiler. Banyo dedikleri de lağımdı. Köpeği öyle alıştırmışlardı ki, tekmil vermediğin zaman saldırırdı. Üzerimizdeki elbiseleri parçalardı ve hiçbir şekilde ona karşı bir şey yapamazdık.

'Kanlı karavana yedik'
Selahattin Bulut (Mardin doğumlu): Kapı açılıp karavanayı içeriye getirmeden önce gardiyan bizi çok döverdi. "Verdiğim yemeğin hakkını istiyorum" derdi, ta ki bir tarafımızdan karavanaya kan akana dek döverdi. O işkence döneminde günde üç öğün, kanlı karavana yerdik. Diş macunu, deterjan, çöp gibi şeyleri yediriyorlardı. Cezaevine Türkçe bilmeyen ziyaretçi alınmazdı.
Türkçe bilmeyen nenem, dilsiz taklidiyle görüşe girdi. Ağzından bir kelime çıkmadı. Sadece hıçkırıyor, yaşlı gözlerle bana bakıyordu. Ben çıkmadan da öldü.

Çıplak koridor temizliği
Behlül Yavuz (Diyarbakır doğumlu): Bir gün, "Sizi hamama götüreceğiz" dediler. İki ayda bir yarım kova soğuk su bize ya düşüyor ya düşmüyor. Bu hamam nereden çıktı diye endişelenmeye başladık. Hamama gittik, "Soyunun" dediler. Herkes çırılçıplak soyundu. "Su dök", biraz su döküldü. "Sabun sür", sabun sürüldü.
"Su dök", biraz su döküldü ve "Giyin, çık dışarı" dediler. O ıslak ve sabunlu halimizle, atlet ve külotları giydik. Büyük koridorda, "Tek kol sıra halinde dizilin" dediler. O koridor, dayaklar nedeniyle hep kan ve irindi. Birinci sıra kaba kirleri sildi, ikinci sıradakiler arta kalan ince tabakayı siliyorduk, üçüncü sıra da tertemiz siliyordu ve o halde bizi koğuşa geri getirdiler. O pislikle yatmak zorundaydık. Her taraf kan ve irindi. Aşırı bir bitlenme vardı. Sekiz saat sürekli dayak yiyorduk. Dayak yemediğimiz yemek aralarında ve molalarda da birisi Atatürk'ün nutukları ve yaşamını okur, biz de tekrarlardık.

'Ölebilirim' dedi, öldü
Cemşit Bilek (12 Eylül döneminde Diyarbakır'da siyasi dava avukatı): Müvekkillerimiz mahkemede hazırolda duruyordu. Konuşma hakları yoktu. Sandalyede oturmuş, ellerini nizami şekilde dizlerinin üstünde tutuyorlardı. Kafalar sıfır numara tıraşlı, tek tip elbise içinde, başlarını dik tutarak, tek bir noktaya bakarak, put gibi durmak zorundaydılar. Ölümü de göze alarak kalkıp konuşanlar oluyordu. Rahmetli Necmettin Büyükkaya, geldiği son duruşmada ayağa kalktı, söz istedi. "Bir sonraki mahkemeye kadar yaşamayabilirim, haberiniz olsun, beni sürekli tehdit ediyorlar. Sonra 'Yok kalpten gitti, şundan, bundan gitti' türünden düzmece bir tutanak da tutarak beni öldürebilirler. Ancak gördüğünüz gibi ben çok sıhhatliyim" dedi. Ve gerçekten de bir sonraki mahkemeye gelmeden öldürüldü.

Diyarbakır Ticaret odası Başkanı Felat Cemiloğlu, 21 Mayıs 1982'de gözaltına alındı. 10 Haziran 1982'de tutuklandı. 14 Ocak 1983'te, mahkemeye çıkarılmadan tahliye oldu
'Seni psikolojik olarak da çökertmek, yıkmak için her şey yapılırdı. Kapının önüne çıkartarak cop sokmak, seyredene de o copu yalatırlar. Kusarsan, öbürüne yalatarak yeri temizletirler. PKK'nın ismini daha önce hiç duymamıştım. İçeri alındıktan sonra öğrendim. O zamana kadar biz bu örgütü 'Apolar' diye bilirdik. Bu anlamda siyasetle hiç ilgilenmemiştim.

Dişlerimin çoğu sallanıyordu. Neden mi? Çünkü hep kalas dayağı vardı ceza olarak. Aç ağzını derlerdi, kalası getirir, iki elleriyle tutar ve küt diye çenenin altından yukarı doğru vururlardı. O kalın kalası, çenene alt taraftan yedin mi, eğer tecrübesizsen dilini ısırırdın. Tecrübeliysen dilini ısırmazsın ama bu sefer de dişlerin birbirine girer. Bana da bir gün bir avuç bok yedirdiler de, bu sallanan dişlerimden kurtuldum!

Tek ayaküstünde, duvar dibinde duruyorum. Ceza! Ama bir süre sonra yoruluyorum. Ayağım düşüyor yere, tutamıyorum. Emre itaatsizlik! Cezası: Duvarın dibinde, kanalizasyonun kapağını kaldırdılar, bir avuç bok alıp ağzıma attım. Sonra ağzımda pislik hazır ola geçtim, öylece duruyorum. Kıpırdamak yok. Temizlemek yok. Yere tükürmek yok. Öylece ağzın kapalı, kımıldamadan ayakta, hazır olda bekliyorsun. Bir süre sonra bıraktı, içeri girdim. Elazığlı arkadaş, ismi Ramazan… Allah razı olsun, bazı dişlerimi iple çekti. Çünkü temizleyemedim dişlerimi... Altın kaplama olan iki dişten birini cebine attı, birini bana verdi hatıra olarak. Hapishaneden çıktıktan sonra ilk işim dişçiye gidip takma diş yaptırmak oldu. Sekiz ay yattım, Diyarbakır E Tipi Askeri Cezaevi 33 Nolu koğusta … Elli beş yasındaydım. Sekiz ayda on sekiz kilo verdim, İğne iplik kaldım. Çıktığımda kimse tanımadı beni. "

(Hasan Cemal- Kürtler, Doğan Kitap)


.
DeNGoK
DeNGoK

Mesaj Sayısı : 103
Nerden : ....GUANTANAMO KAMPINDAN
Kayıt tarihi : 04/02/08

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Türkiye'nin Ebu Gureyb'i: Diyarbakır Askeri Cezaevi Empty Geri: Türkiye'nin Ebu Gureyb'i: Diyarbakır Askeri Cezaevi

Mesaj  DeNGoK Cuma Nis. 11, 2008 7:02 pm

---------------------------------------------

Kuşkusuz bu tanıklıklar arasında benim en çok içimi sızlatan dönemin önemli ailelerinden birine mensup Selim Dindar'ın anlattıkları olmuştu. Radikal Gazetesinde 23/06/2003 tarihinde yayınlanan röportajını aşağıya alıntılıyorum. Lütfen dikkatle okuyun:

Diyarbakır Cezaevi'nde kalan Selim Dindar'ın Anlattıkları

Diyarbakır AskeriCezaevi'ndekaçyıl yattınız?
Üç yıl yattım.

Hangiyıllar arasında?
1981'de girdim, 1984'te tahliye oldum. Diyarbakır Cezaevi'ne girdiğimde 20 yaşındaydım.

Hangi suçtan mahkûmdunuz?
Biz sülale olarak seyitiz ve ben zengin bir ailenin oğluyum. O dönemde eğlence içinde yaşıyordum. Hiçbir siyasi faaliyetim yoktu. Zaten ben yakalanmadan önce de siyasi değildim, yakalandıktan sonra da olmadım. Ama tabii Cizreliyim ve 12 Eylül 1980'i orada yaşadım, nasibimi aldım. Bizim bölge eskiden beri KDP'liydi. Ailem de öyleydi. Haliyle benim de Barzani'nin partisine sempatim vardı ve 'KDP'liyim' diyordum. KDP nedeniyle arandım, sınırda yakalandım ve ceza yedim. Mardin'de 78 gün sorguda tutuldum. Oradan Diyarbakır'a götürüldüm ve mahkemeye çıkarıldım, tutuklandım.

PKK ile herhangi bir ilişkiniz olmuş muydu?
Olmadı. Ben hiç PKK'lı olmadım ve PKK'lı da değilim. Üç yıl boyunca hep tek başıma mahkemeye çıkarıldım ben.

Hasan Cemal'le 'Kürtler' isimli son kitabı üzerine yaptığımız konuşmada, Hasan Cemal bana 'Eğer biz gazeteciler, Diyarbakır Cezaevi'ni, insanlığa karşı işlenen suçların yaşandığı korkunç bir mekân olarak o dönemde tam sergileyebilmiş olsaydık, Türkiye'de belki bazı şeyler değişirdi. Ama biz orada yaşananları kıyısından köşesinden anlattık' dedi. Aslında o dönemde Diyarbakır Askeri Cezaevi'yle ilgili pek çok söylenti vardı. Siz, Diyarbakır Cezaevi'ni tek bir kelimeyle anlatmak isteseydiniz hangi kelimeyi kullanırdınız?

Cehennem... Biz sorgularda günlerce hiç kıpırdamadan tabutların içinde gözlerimiz bağlı dikine tutulduk. Falaka, elektrik verme, soğuk duş hepsini yaşadık. Sabahtan akşama işkence gördük, geceleri bir battaniye içinde koğuşun önüne bırakıldık. Meğer bunlar ne kadar demodeymiş. Biz esas vahşeti Diyarbakır Cezaevi'nde yaşadık. Halbuki, yakalanmadan önce, işkencenin sorguda yapıldığını, cezaevine konulduktan sonra koğuşların rahat olduğunu sanıyorduk. Diyarbakır Cezaevi'nde ise sorgu işkencehanelerini özledik.

Günlük hayat nasıldı orada?
Akşama kadar eğitim vardı. Sabah koğuşun içinde yüz kişi sıraya tutuluyorduk. Esas duruşta askeri marşlar söylüyorduk. 60'tan fazla marş ezberlemiştik. Eksik ya da yanlış söyledin diye, bu marş söylemeler dayaksız geçmiyordu. Her koğuşta mutlaka muhbirler ve gözetleme delikleri vardı. Birbirimizle konuşamıyorduk, oturamıyorduk. Hep ayaktaydık. 24 saat dayak vardı. Her an, gecenin 12'si, sabahın üçü, dördü, koğuşa bir bölük asker baskın yapabiliyordu. Haydar denilen kalaslarla, coplarla, su borularıyla dövülüyorduk. Öğleden sonraları, gardiyan bize 'Eğitime hazırlanın' komutu veriyordu. İşte o zaman herkeste korkudan tuvalete gitme ihtiyacı doğuyordu.

Niye?
Dışarıdaki beton avludaki eğitimden canlı dönemeyeceğimizden korkuyorduk. Çünkü bu eğitimler işkenceyle yapılıyordu. Avlunun ortasında bir kapak vardı. Oradan hapishanenin ya da mahallenin lağımı akıyordu.

Anlamadım...
Her birimiz tek tek o lağım suyunun içine indiriliyorduk. Lağımın içinde nefesimiz kesilene kadar tutuluyorduk. Diyarbakır Cezaevi'nde yatan herkes yaşadı bunu. O pisliği içmedim, yemedim diyen gururu yüzünden yalan söylüyordur. Bir de avluda sırtüstü yatırılıyorduk. Bacaklarımızı yerden on beş santim yukarıda tutuyorduk. Bacağı düşen dayak yemek için sıraya giriyordu. Kıştı, bir hafta boyunca gece o beton avluda suyun içinde yatırıldık. İhtiyacımızı suyun içinde yapıp, ısınmaya çalışıyorduk. Her koğuşta hoparlör vardı. Her gün cezaevinin amiri olan yüzbaşının konuşmasını esas duruşta bir saat dinliyorduk. Hasta biriydi. Yedinci Kolordu Komutanı'nın adamıydı. Oradan kendisine cezaevi için öldüren türden adamlar seçiyordu. Bunlar, bu vahşeti yaptıktan sonra nasıl yemek yediler, akşamları çocuklarını nasıl okşadılar insan bunu asla anlayamıyor.

İşkence görmemiş kimse var mıydı hapishanede?
Yoktu. İtirafçılar dahi işkenceyi gördü. Elimde sigara söndürme izini görüyorsunuz. Yumurtalık bölgemde de sigara, kibrit söndürdüler. Mahkemede bir hemşerime tebessüm ettim diye bir gardiyan elime beş milimlik çivi çaktı. Copu ısırtıp, tekmeyle vurdular ve sonra ağzımdan dişlerimi copla birlikte çıkardılar. Ağzıma soktukları copu sağa sola döndürdüler, gördüğünüz gibi ağzımı bir yanından yırttılar. İnsanoğlunun bunları nasıl yapabildiğini hâlâ kavrayamıyorum. Gözümün önünde öyle çok olay oldu ki. Ölümler, işkenceler... Abbas Çelik diye bir köy sahibi vardı. Oğluyla birlikte içerideydi. Oğluna soktukları copu çıkartıp babanın ağzına veriyorlardı. Sonra babaya soktuklarını oğlunun ağzına veriyorlardı. Batmanlı Veli Gürgen adlı bir genci de babasıyla getirdiler ve babasının gözünün önünde işkenceyle öldürdüler. Tayyip Erdoğan'a, belediye başkanlığı döneminde danışmanlık yapan gazeteci Altan Tan'ın babası Bedii Tan'ı da bir gardiyan işkenceyle öldürdü. Bedii Tan, işadamı Felat Cemiloğlu'nun ortağıydı. İkisi de bizim koğuştaydı.

Bedii Tan nasıl öldürüldü?
O, yüzünde devamlı tebessüm olan biriydi. Yaşlı olmasına rağmen, işkence yapıldığında bağırmıyor, yalvarmıyor, işkence yapanların gözlerinin içine bakıp tebessüm ediyordu. Bu tavrı, onları kızdırdı. Çok dayak yedi ve yatağa düştü. Yatağa düşünce gardiyan, 'Onu bana getirin' dedi. Götürdük. Bedii Tan ayakta duramıyordu. Kafasından bir bidon soğuk su boşalttılar. Yere yığıldı. Kalkması emredildi. Duvara tutunarak güçlükle kalktı. Kalkmasıyla beraber, gardiyan bir tekvando hareketiyle dönüş yaptı ve botunun tabanını Bedii Tan'ın göğsüne indirdi. Adamcağız kafa üstü yere düştü. Bedii Tan öldükten sonra koğuşa bir hâkim yüzbaşıyla asteğmen geldi. Bize, 'Bedii Tan koğuşa gelmeden önce ishale yakalanmıştı. Bağırsak enfeksiyonundan öldü' diye bir ifade imzalattılar. Biz ise aramızda anlaştık. Kim mahkemeye ilk çıkarsa bu cinayetle ilgili suç duyurusunda bulunacaktı. Mahkemeye ilk ben çıkarıldım ve 'Bizim koğuşta cinayet işlendi' dedim. Diğer arkadaşlar da suç duyusunda bulundular. Gestapo lakaplı o gardiyan sonra mahkûm oldu. Ben o ifadeden sonra bayılıncaya kadar dövüldüm.

Sürekli işkence ortamında yaşamanın insan üzerindeki ruhsal etkileri neydi?
İnsanın cezaevi dışındaki yaşamı hafızasından siliniyor. Eskiden tabaklı ve sürahili bir sofrada oturduğundan bile kuşkuya düşüyorsun. Annenin, babanın, kardeşlerinin yüzünü hatırlayamıyorsun. Tamamen cezaevine ait oluyorsun. Ben bu vahşeti 23 yıl önce yaşadım. Orada insanlar öldü, hayatta kalanların çoğu ise hastalandı. İnsanların duyarsızlığından hâlâ korkuyorum.

Niye hâlâ korkuyorsunuz?
Böyle bir vahşet tekrar yaşandığı takdirde gene sessiz kalacaklarından ürküyorum. Bakın, cezaevinde kendisine tekmil verdiğimiz bir 'Komutan Co' vardı. Benim cezaevindeki ilk aylarımdı ve hücrede kalıyordum. Gündüzleri hücrenin içinde esas duruşta marş söylüyorduk. Nefesim o gün pislikten kesilmişti ve çömelmiştim ki, Komutan Co'nun sesi geldi. Komutan Co hücrelerin önünde geziyor, oturanı görünce havlıyordu. O bir kurt köpeğiydi ve biz ona 'komutanım' diye tekmil veriyorduk. Gardiyan bize onu , 'İşte komutanınız' diye tanıtmıştı. Komutan Co'ya tekmil vermemiz emredilmişti.

Her an işkenceye uğrayabileceğini bilmenin, çevrede sürekli işkence edilenleri görmenin yarattığı dehşet duygusuyla nasıl baş edebiliyordunuz peki?
Bunu, onurlu kalmanın bir bedeli olarak görüyorduk. Çünkü karşındaki kişi, senin insanlığını elinden almak istiyordu. Sen de insanlık onurunu korumak için direniyordun.

Orada, normal hayatın dışında bir hayat sürüyordunuz. Bir insanın algılamakta zorluk çekeceği şartlarda yaşıyordunuz. Bu, gerçeklik duygunuzu nasıl etkiliyordu?
Yaşadıklarımızıngerçekliğinden kuşkuya düşebiliyorduk tabii. Mesela Mehmet Salih Besen olayında gerçeklik duygumu ben tamamen yitirdim. 50 yaşlarındaydı. TKİ'de memurdu. Kendisini ve bizleri ölü zannediyordu. 'Biz ölüyüz, şu anda kabirdeyiz' diyordu. Biz, ' Amca yok öyle bir şey, gerçek hayattayız' desek de, koğuşun aslında bir mezar olduğunu öyle mantıklı savunuyordu ki, ben dahil bazılarımız ölü olduğumuza inanmaya başlamıştık. Mesela cuma günleri görüşme günümüzdü. Bize soruyordu. 'Bizi ziyarete gelenlere biz dokunabiliyor muyuz? Hayır. Bize uzaktan bakıyorlar, ağlıyorlar ve gidiyorlar. Çünkü onlar bizim kabrimizi ziyaret ediyorlar. Cizre'de biliyorsunuz kabir ziyareti cumalarıdır' diyordu. Gardiyanların da Zebani olduğunu söylüyordu. Gerçekten de koğuşun camları boyalıydı. Biz dışarıyı göremiyorduk, koklayamıyorduk, duyamıyorduk. Bu durum uzun sürdü ve ona yaşadığımızı bir türlü ispat edemiyorduk. Bir gün mazgal açıldı ve 'Mehmet Salih Besen hazırlansın, tahliye oluyor' dendi. Ben şahadet getirdim. Dedim ki, 'Biz yaşıyoruz...!'

Peki o yaşadığına inandı mı?

Hayır. 'Seyidim beni gönderme. Sen bana sahip çıkıyordun. Şimdi tek başıma mahşere hesap vermeye gidiyorum' diye ağladı. Sonradan onunla birlikte tahliye olan gençten öğrendik ki, onları Siirt'teki sivil cezaevine götürmüşler. 'Eğer beni hanımımla, çocuklarımla konuşturursan ölmediğime inanırım' demiş. Cezaevi müdürü de telefon etmelerine izin vermiş. Genç, Salih Amca'nın evini aramış, karşısına hanımı çıkmış. Telefonu Salih Amca'ya vermiş. Salih Amca, hanımına 'Ben sağ mıyım, ölmedim mi?' diye sormuş. Ve ahize yere düşmüş. Salih Amca, içerideki vahşeti görünce, oradan sağ kurtulacağına inanamadı. Sağ kurtulduğuna inandığında ise buna kalbi dayanmadı.


Diyarbakır Cezaevi'ndeki mahkûmlardan dördü kendilerini koğuşta yakmıştı. Kimdi o dört kişi?
Ferhat Kortay, Necmi Önen, Mahmut Zengin, Eşref Anyık. 1981'in sonlarında itirafçılık başladı. İtirafçılar ayrı koğuşa kondu, onlara işkence yapılmadı. Onlar, spor yapıp, televizyon seyrediyorlardı. İtirafçıların sayısı da her gün artıyordu. Bu dört kişi, itirafçılara ve işkenceye karşı eylem yaptılar.

Onlar kendilerini yaktığında siz orada mıydınız?
Aynı koğuştaydım. Ferhat Kortay hemşerimdi, elektrik mühendisiydi, samimiyetimiz vardı. Sabaha karşı saat üç sularında koğuşta müthiş bir patlama oldu. Bir arkadaş alevlerin üstüne su döktü. Alevlerin içinden bir ses geldi. 'Bu bir yangın değil, eylem. Kahrolsun işkence, kahrolsun vahşet' dedi.

Alevler küçüldüğünde biz o dört insanı kafa kafaya vermiş gördük. Ben Ferhat Hoca'nın başucuna gittim. Eğildim, 'Hocam bir şeyler söyle'dedim. Dişleri kenetlenmişti. Tıslar gibi bir sesle zorlukla, 'Bana türküyü söyle' dedi. 'Sevdalım' adında çok sevdiği Kürtçe bir aşk türküsüydü bu. Ben ağlayarak türküyü söylemeye başladım. Beni teselli etmek ister gibiydi. Ağlamamam için bana tebessüm etti. Tebessüm ederken yanaklarından etler dökülüyordu.

Hapishaneden çıktıktan sonra neler hissettiniz? Hapishanenin sizin üzerinizde bıraktığı etki neydi?
Tahliyeden bir hafta sonra askere alındım. Askerlik psikolojik tedavi oldu. Çünkü orada da elbiseler cezaevindekiyle aynıydı. Fakat muamele farklıydı. İşkence, ölüm, hakaret yoktu. Askerde bana hiç görev verilmedi, hiç baskı yapılmadı. Ama ben yine de kendimden nefret ediyordum, yaşadıklarımı haykırmak istiyordum, haykıramıyordum.

Hapishaneden çıktıktan sonra psikolojik tedavi gördünüz mü?
Maalesef. Neler yaşadığımı bir ben, bir de ailem bilir. Normal insan gibi yürüyebilmek için bir hafta çalıştım. Tuvalete bile nizami adımlarla gidiyordum. Anneme babama emredersiniz diyordum. Sokağa çıktığımda herkesin beni gözlediğini sanıyor, gizlenmeye çalışıyordum. Beni, iki arkadaşım kolumdan girip sokakta yürütüyordu.

Diyarbakır Hapishanesi'nde yaşananlar Güneydoğu'daki olayları nasıl etkiledi sizce?
Ben siyasi biri değilim. Bu konularda birikimim yok. Ama 12 Eylül, Kürt sorununa herkesin dikkatini çekti, bu sorunu dünyaya duyurdu. Cezaevindeki vahşet olmasaydı, Kürt meselesi bu ülkede bu kadar erken açığa çıkmazdı. Diyarbakır Cezaevi'ndeki insanları birer militan haline getirdiler. Bunların yüzde 80'den fazlası dağa çıktı. İnsanın oradaki vahşeti gördükten sonra normal yaşama dönmesi çok zordu. 'PKK hareketi 1984'te patladı' derler ya, bu tarih, Diyarbakır Cezaevi'nden ana tahliyelerin olduğu tarihtir.

Aradan uzun bir zaman geçti. Hapishanenin izlerini hâlâ içinizde taşıyor musunuz?
Evet. Ama tuhaftır konuşmak, anlatmak da istiyorum. Benim dile getirdiklerimin siyasetle bir ilgisi yok. Ben ülkemizde geçmişte yaşanılan bir vahşeti anlatıyorum. Bugün 43 yaşındayım, Diyarbakır Cezaevi'nden konuşulduğunda hâlâ hayattan kopuyorum. İçimdeki fren boşalıyor, bağırmak, ağlamak, haykırmak istiyorum. Benim hanımım ve çocuğum var. Kalabalık bir ailem ve dost çevrem var. İçimdeki frene basamıyorum ve herkesin önünde hüngür hüngür ağlıyorum, ağlıyorum...


---------------------------------------------------

Diyarbakır Askeri Cezaevi bu ülkenin yüz karasıdır. Sadece basit bir işkencehane değildir. Vahşetin en korkuncu en histeriklisini onlarca, yüzlerce insana yaşatılmıştır. Bütün bunları bilmek, kendi tarihimizle yüzleşmek gerek. Birilerini haklı gösterme adına olmasa da anlama, anlamlandırma adına bunu yapmamız gerek.

Ben Diyarbakır Askeri cezaevi'ni kürt - türk mücadelesi bağlamında değerlendirmiyorum. Her ne kadar bu meseleyi anlamak adına yapılanların böyle bir arka plana sahip olduğunu görsem de sonuçta ortaya çıkan vahşetin ardında histerikli bir ruh halinin yattığını düşünüyorum. Bu ruh hali "a milliyetçilerine" ait değil sadece. İmkan bulan, kışkırtılan, bilinç yoksunu her ulusalcı yaklaşımın bürünebileceği / yapabileceği türden şeyler..

Çözüm mü? aslında basit. Kur'an'ın ruhuyla ümmet bilincine tekrar sahip olabilmek. Aramızda oluşturulmuş suni sınırları görmek, bertaraf etmek. Adalete ve hakkaniyete aykırı olan her davranışa karşı ortak bir tavır sergilemek.

Vesselam.
DeNGoK
DeNGoK

Mesaj Sayısı : 103
Nerden : ....GUANTANAMO KAMPINDAN
Kayıt tarihi : 04/02/08

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Sayfa başına dön


 
Bu forumun müsaadesi var:
Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz